Eğer birilerine, iyi bir insan olmak için bir yöntem keşfettiğinizi söylerseniz ve bunun: hayatın problemlerini nasıl çözeceğimizi, öfkemizi nasıl yöneteceğimizi, anlamı nerede bulacağımızı ve ölüm hakkında nasıl düşüneceğimizi; çoğu insan dört gözle nasıl olduğunu ya da bu yetiye nasıl sahip olabileceğini isterdi. Kim daha iyi bir insan olmakla ve daha iyi bir hayat yaşamakla ilgilenmez ki? Hepimizin, bize verilen bu rastgele (hayat dedikleri) varoluş tuhaflığıyla her gün yapmaya çalıştığımız şey bu.
Aynı kişiye, keşfettiğiniz yöntemin bir adı olduğunu ve bunun “felsefe” olduğunu söyleseniz, başlangıçta onları harekete geçiren tüm heyecan ve olasılık, bedenlerini balondan çıkmış hava gibi terk ederdi. Sizin keşfinizi merak etmeden önceki hallerine geri döneceklerdir. Çünkü felsefeyle bu yönteme erişebileceklerine olan inançsızlıklarıdır. Ve bu isteksizlik için onları kim suçlayabilir ki? Çünkü ülkede, bırakın felsefeyi, doğru dürüst kitap okuma oranlarının yerlerde süründüğü bir zamanda hayata olumlu katkılarından dolayı felsefeye insanları kanalize etmek ne yazık ki zor. Felsefe çoğu insana göre karın doyurmuyor. Hayatımızı ya da algı biçimimizi değiştirmek için bile felsefeye yönelmemiz gerektiğinin bir ispatıdır bu.
Felsefeyle ilgilenen bilge filozoflar bu gerçek dünyada hayatlarını iyileştirmeye çalışan gerçek insanlardı. Thoreau’nun “Ormanda Yaşam” kitabında yazdığı gibi, “Filozof olmak sadece ince düşüncelere sahip olmak, hatta bir okul kurmak değildir. Hayatın bazı problemlerini teorik olarak değil, pratik olarak çözmektir.”
O halde size neden felsefe okumak gerektiğini (ve bundan ne elde edeceğinizi) göstermeme izin verin, çünkü bu gerçekten yapmaya değer tek argüman. Ve umarım, bu incelemenin bir yan ürünü olarak, kitaplarını ve fikirlerini beğenebileceğiniz bazı filozoflar bulacaksınız.
Çünkü çok şey kontrolümüz dışında, felsefe öğreneceğimiz en basit ama bir o kadar da faydalı olan şey şu: kontrolümüzde olanı ve olmayanı ayırmak ve ayırt etmek olacak.
Felsefe ile kendini yoğuran bir kişi başkalarının fikirlerini yönetemeyeceğini bilir, trafiği, havayı ve ölümlü doğduğumuz gerçeğini yönetmeye ya da yönlendirmeye çalışmaz. Aynı şekilde ekonomiyi veya dünyayı kontrol etmez. Geçmişi ve uzak geleceği kontrol etmezler. Ama kendi seçimlerini ve arzularını seçebileceklerini bilirler.
Bugün yaşayan en ünlü ve saygın filozoflardan biri olan Martha Nussbaum’un bir zamanlar dediği gibi, “İyi bir insan olmak, dünyaya bir tür açıklığa sahip olmaktır, kendi kontrolünüz dışındaki belirsiz şeylere güvenebilme yeteneğine sahip olmaktır.”
Bu şekilde, felsefe sadece bir bilgelik biçimi değil, aynı zamanda bir kaynak tahsisidir de.
Gençlik yıllarımızdan itibaren, çoğumuz karanlık bir koridorda el yordamıyla geziniyormuş gibi hissederiz. Kullanma kılavuzu olmayan bir hayatı yaşayarak deneyimliyoruz. Kafamızın karıştığında, yolumuzu kaybettiğimizde korkuyoruz. Yön ve netlik açlığı çekiyoruz. Roma İmparatoru Marcus Aurelius, Meditasyonlar’da şöyle yazmıştı: “Her yeri dolaştınız ve sonunda, aradığınızı asla bulamadığınızı fark ettiniz: nasıl yaşanır. Ne tasımlarda (teori) ne parada, ne şöhrette, ne de kendini beğenmişlikte. Hiçbir yerde.”
Felsefe bir şeyse, nasıl yaşanır sorusuna bir cevaptır. Felsefe, öğüt tavsiye ve korkularımıza karşı bize teselli sunuyor.
Din, temelde “Şunu yap ya da yapma, çünkü Tanrı öyle diyor” der. En iyi ihtimalle felsefe şöyle der: “Şunu yap ya da yapma, ama bunun için benim sözüme inanma. İşte bu yüzden mantıksal olarak en iyi hareket tarzı budur.” Korkunç şeyleri haklı çıkaran veya mazur gösteren bazı nihilist felsefeler var mı? Var. Ama onlar istisna. Felsefe doğmalarla bir yaşam biçimi sunma yerine, ilkelere göre yaşamayı getiriyor;
Bunlar iyilik ve kötülükle ilgili ilkeler. Adalete, özdenetime, cesarete ve özgür iradeye götüren şeyler dışında hiçbir şeyin iyi olmadığı. Bunların dışında kalanların ise kötülükle alakalı olduğu. Yani sınırı ve dengeyi bulmak ya da bilmek, işte felsefe bunu bize öğretir. Buna nasıl ulaşabilir peki?
Aristoteles’in buna yanıtı ise ‘altın ortalama’ ile vermiştir. “Erdem, biri aşırılık, diğeri eksiklik olmak üzere iki kusur arasındaki altın ortadır.” Başka bir deyişle, her duruma bakmalı ve farkı bölmeliyiz. Örneğin, savaşta korkusuz bir asker kendisi ve başkaları için bir tehlike iken, korkudan kilitlenmiş bir asker eşit derecede kötüdür. Ancak cesaret bu aşırı uçların tam ortasındadır. Bu kadar çok erdemin aynı şekilde yerine oturması şaşırtıcı. Cimrilik ile savurganlık arasında cömertlik vardır. Uysallıkla kibir arasında tevazu vardır. Kararsızlık ve dürtüsellik arasında özdenetim vardır. Hepimiz bir şekliyle doğru şeyi nasıl yapacağımızı bilmek için yardım arıyoruz… ve Aristoteles’in altın ortalaması ve Kant’ın kategorik buyruğu bize rehberlik ediyor.
Pratik olduğu için filozofun korunaklı bir akademisyen olduğu klişemize rağmen, gerçek şu ki, tarihin en ünlü filozofları her zaman yapıcı olmuştur. Marcus Aurelius, Roma imparatoruydu. Seneca, ünlü bir oyun yazarı ve güç simsarıydı. Sokrates bir askerdi. Thomas More, kralın danışmanı ve avukattı. Michel de Montaigne, kasabasının belediye başkanı ve diplomat olarak görev yaptı. “Asla inançlarım uğruna ölmem çünkü yanılıyor olabilirim” diyen filozof matematikçi Bertrand Russell, kendisini Küba Füze Krizine arabulucu olarak sokmayı başaran bir aktivistti. Nükleer silahların etik sonuçları onun için sadece akademik bir tartışmanın parçası değildi, bu bir ölüm kalım sohbetiydi…
Felsefe bize, hepimizin daha büyük bir bütünün parçası olduğumuzu gösterir. Hepimiz bu hayatta birbirimiz için önemli bir rol oynarız (bu rol küçük görünse de seçtiğimiz rol bu olmasa da). Hepimiz birbirimize yardım etmekle yükümlüyüz.
Ayrıca, bir başkasına zarar vermek veya rolümüzden vazgeçmek, felsefi ve insani görevlerimize ihanettir. Marcus, Meditasyonlar’da “Kovan için kötü olan, arı için kötüdür” diye yazmıştı. Ya da tam tersi…
Hepimizin bir olduğu fikri Batılı olduğundan çok daha Doğulu. Fritjof Capra’nın çok satan Fiziğin Taosu’nda yazdığı gibi ‘modern fiziğin matematiksel dünya görüşü ile Hinduizm, Budizm ve Taoizm’in ilkelerinin bir bütünleşmesi.’
Doğu dünya görüşünün en önemli özelliği neredeyse onun özü denebilir, tüm şeylerin ve olayların birliğinin ve karşılıklı ilişkisinin bilinci, dünyadaki tüm fenomenlerin temel bir birliğin tezahürleri olarak deneyimlenmesidir. Her şey bu kozmik bütünün birbirine bağlı ve ayrılmaz parçaları olarak görülür; aynı nihai gerçekliğin farklı tezahürleri olarak.
İster kapıcı ister milyarder olsun, karşılaştığımız herkese saygı ve nezaketle davranmamız zorunludur. Bu, diğer insanlar için iyilik yapmak için çalışmamız gerektiği anlamına gelir… Çünkü onlar için iyilik yapmak, kendimiz için de iyilik yapmaktır.
Yolsuzluk, bencillik, zulüm ve acıyla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Kültürümüz bize önemli olanın şöhret, güç ve para olduğunu söylüyor… ve bu sahte putların peşinden gitmenin insanları nasıl yoldan çıkardığını görüyoruz.
Roma’nın en büyük hatibi Cicero’nun bir ifadesi vardı: “Summum Bonum.” Latince’de “en yüksek iyilik” anlamına gelir. Antik dünyada “en yüksek iyi” neydi? Bu hayatta hedeflediğimiz şey nedir? Felsefe bize cevabı verir.
Cevap erdemdir. Erdemli, etik ve ilkeli bir bireyin oluşmasının yolu felsefeden geçiyor…